Ne kadar aşk, o kadar Attilâ
İlhan!
Ece Temelkuran
14 Ekim 2005, Milliyet
Dün, tam öğleüstüydü, Yenikapı feribot gişelerinde iki genç kadın
konuşuyordu. Kadınların saçlarından vapurlar geçip gidiyor, kadınlar
kendi saçlarına takılıp hep gişede kalıyordu. Biri diğerine dönüyordu
aniden, bir cümleyi tam ortasından kuruyordu:
"Okumadıysan 'Ben sana mecburum'u oku."
Sonra genç kadın, firketeden kurtulan saçlarını topluyordu hamarat bir
hızla, biletleri kesiyordu. Dün bir bilet gişesinde, düğünleri için
çeyiz biriktiren iki kız, geçip giden bir gün gibi, Attilâ İlhan'ı
anıyordu.
Dün, sabahın körüydü, gazetelerin içine sarılmış taze ekmekler kurşunlu
bir buharla bekliyorlardı gidecekleri evleri. Bakkal, âdeti değildir
pek, gazetelere bakıyordu. Telefon çalıyor, Mualla Hanım yine en bet
sesiyle muhtemelen, bir kutu yumurta istiyor, "Bak, tazeyse ver ama"
diyordu. Bakkal, şaşılası şey, sinirlenmiyordu. Zira gazete
balyalarının ilk sayfalarda Attilâ İlhan'ın yüzünü görüyor, "Ölmüş
yahu!" diyordu. Sesi, aniden bir haksızlık olmuş gibi çıkıyordu.
Sorulmuş gibi sanki devam ediyordu:
"Gençken tabii okuyorduk. Sevgililer, manitalar filan. Sonra tabii..."
Bir şair ölüyor, bir günde bütün aşklar eskide kalıyordu. Belki her
ikisi de bir bakkalın kalbini aynı yerinden acıtıyordu. Bir bakkalın
artık bir daha hiç âşık olmayacak bir bakkal olarak kalakalışı şairin
ölümüyle kesinleşiyordu.
Şairin kimliği?
Dün gazetelerde edebiyatçılardan alınmış görüşler, "şairin siyasetçi
olarak kimliği" yazıları çıkarken, televizyonlarda birileri "Aşk şairi
miydi, değil miydi?" diye karar veremezken, sokaklarda insanlar, ama
hepsi tek tek, bir şairin ölümünü, çok eskiden âşık oldukları
insanların suretleriyle birlikte anıyordu. Bir ölümün kenarına bu kadar
eski aşk iliştirilmiş midir acaba? Ne kıymetli bir ölümdür ki o, hep
aşkla anılacaktır bundan böyle.
"Postacı" filmini izlemiş miydiniz acaba? Şair Pablo Neruda'yı
anlatıyordu. Sonra, Neruda'ya mektuplarını getiren bisikletli postacı,
kasabanın en güzel kızına âşık oluyor ve tutamayıp kendini, Neruda'nın
şiirlerinden birini çalıp... Kıza kendi şiirim diye okuyup... Neruda
bunu duyunca ne diyordu peki?
"Şiir, ihtiyacı olanındır!"
Bu ülkenin de işte, konuşmayı pek beceremeyen bu kavruk çocukların,
cümlelere ihtiyacı vardı. İşçi kızların "ben sana mecburum, bilemezsin"
demeye ihtiyacı vardı; bir gün bakkal olacağını bilmeyen genç adamların
"sevmek kimi zaman rezilce korkuludur/insan bir akşamüstü yorulur"
diyebilmeye... Hakir görme!
Ortaokuldan terk ev kızlarının da mektup yazacakları bir aşkları
vardır. İnşaat işçilerinin, banka memurelerinin, dönercideki komilerin
de kalbi çıt diye kırılıyor orta yerinden. Hepsi birden Sisler
Bulvarı'nda buluşur. Sevdiklerinin adları "mıh gibi" akıllarında,
omuzları akşam gibi çökmüştür.
Gizli öpüşmelerde
Şairler, halklarının ümitsizce aradığı sözcükleri bulanlardır. Kim
nasıl hatırlarsa hatırlasın, ama bu ülkenin sokaklarındaki insanlar,
hiç şiir okumaz dedikleriniz bile, Attilâ İlhan'ı o en amansız
aşklarına sözcükler bulan adam olarak hatırlayacaktır. Sevgililere
bırakılan işaretli mendiller gibi temiz ve kıymetli bu şiirleri, bir
daha görülmeyecek sevgililerin fotoğrafını saklar gibi iç cebinde
saklayacaktır. Sonradan bakkal olsa da, bir gişe kabininde tıkılıp
kalsa da, çoluk çocuk sahibi mazbut bir kadına dönüşse veya araba
taksiti ödeyen bir noter memuru olsa da, vaktiyle yaptığı bir aşk
deliliğini, insan olduğunun ispatı olan o günleri hatırlarken muhakkak
bu hatıralara bir Attilâ İlhan dizesi iliştirecektir.
Bir halkın kalbinin en mahremine ismini yazmış olmaktan daha kıymetlisi
var mıdır?
Bir komi çocuğun, arka cebinden çıkardığı tarakla saçlarını tarayıp
köşe başında âşık olduğu kızı beklerken içinden ezberlediği ve tek kozu
olan bir aşk şiirinin sahibi olmaktan daha güzeli var mıdır?
Bu ülkede, bu dilde, biri birine âşık olduğu her gün Attilâ İlhan, o
hop eden içlerle, boşalıveren dizlerle, telefon başında beklenen
gecelerde, doluveren gözler ve o en gizli öpüşmelerde... Aşkla birlikte
yaşayacaktır!