Şahın Hediyeleri

Anlatırlar ki, ama şüphesiz Allah en doğrusunu bilendir, denizlerin dalgalı, yamaçların dik olduğu zamanlarda yüksek dağların arasında küçük bir ülke varmış. Ülkede insanlar meyvacılık ve hayvancılıkla da uğraşırlarmış ama ülke asıl çinileri ile meşhurmuş. Tabaklarının, çaydanlıklarının, fincanlarının zerafeti, güzelliği dilden dile gezermiş, öyle ki ticaret yollarından uzak olmasına rağmen, bahar aylarında yollarda, üzüm, armut ve porselen karşılığı bakır işleri ve kumaş satan kervanlar hiç eksik olmazmış. Velhasıl, kentleri zarif, bebekleri kırmızı yanaklı bir ülkeymiş bu. Halkı da, sık sık vergilerin yüksekliğinden yakınsa da, komşu ülkelere göre daha mutsuz sayılmazmış. Ülkede hüküm süren şah, kulakları biraz ağır işiten, müziğe ve yıldız falına meraklı bir adamcağızmış. Zaman zaman öfke krizlerine kapılır, adaletsiz kararlar verirmiş, ama zalim bir hükümdar değilmiş. Şah halkını severmiş. Özellikle şahın bitmek tükenmek bilmez seferlere çıkmaya meraklı babasının zamanını hatırlayan yaşlılar da şahı severmiş.

Şahın üç tane dünya güzeli kızı varmış ama Allah öylesini uygun gördüğü için hiç oğlu olmamış. On iki nesildir devam eden soyunun kendisi ile son bulacağı düşüncesi hele yağmurlu havalarda şaha büyük sıkıntı verirmiş ama kaderinin hükmünü kim değiştirebilir; şah da sonunda kızları için şanına yaraşır damatlar seçip ülkesini damatları arasında paylaştırmaya karar vermiş. Kızları evlenme çağına geldiğinde bir yarışma düzenlemiş, sekiz ay içinde kendisine en değerli armağanları sunan adaylarla kızlarını evlendireceğini duyurmuş.

Haber dilden dile yayılmış, ülkedeki tüm bekar gençlerin yüreğine bir ateş düşürmüş, ama gidip bir şaha yaraşır bir hediye sunmak kolay mı? İlk bir kaç ay talip çıkmamış. Sonra birer ikişer uzak diyarlardan talipler gelmeye başlamış. Yanlarında mücevherler, soylu atlar, methiyeler, ipek elbiselerle, prensler, babalarının işini devralmış genç tacirler, şansını denemek isteyen maceraperestler, güney denizlerinde ticaret ve korsanlık yapan kaptanlar, başkentin hanlarına yerleşmiş, yarışma gününü beklemeye başlamışlar.

Kentte cıvıl cıvıl günler başlamış. Kent halkı, dört bir yandan gelmiş, konuşması tuhaf, kıyafetleri tuhaf taliplerin, getirdikleri hediyelerin dedikodusunu yaparak eğleniyormuş, hem de bol para kazanıyormuş. Hanlarda, lokantalarda, hamamlarda fiyatlar öyle artmış ki, sonunda kadı daha fazla fiyat artıran esnafı kırbaçlayıp, zindana atacağını duyurmuş. Alışık olmadıkları sert şarap ve gençlik heyecanının yol açtığı bir kaç kavga dışında taliplerin de çoğunun keyfi yerindeymiş. Aradan geçen aylar içinde çoğu geliş amacını unutmuş. Bir iki tanesi tüm paralarını ve yanlarında getirdikleri hediyeleri kumarda kaybetmiş, dönüş yol paralarını biriktirebilmek için hamallık, garsonluk ya da dilencilik yapmaya başlamışlar. Bir kaç tanesi kentteki başka kızlara aşık olup evlenmişler. Bir tanesi medresede hoca olmuş. Bir tanesi getirdiği zümrüt küpeleri satarak bir fırın açmış. Tarifini yalnız kendisinin bildiği tarçınlı kek ve susamlı ekmekler yaparak zümrüt küpelerin parasını iki hafta çıkartmış. Bir tanesi kendi memleketinin yaylalarında yetişen isimsiz, kırmızı bir çiçeğin çinilere nefis bir renk vereceğini keşfetmiş, onun ticaretini yapmaya başlamış. Güney denizlerinden gelen bir korsan, fırtınalarla boğuşmaktansa dağ geçitlerinde kervanların yolunu kesmenin daha zahmetsiz olduğuna karar vermiş. Kimi talip kış boyu ülkede süren sisli havanın sağlıklarına iyi gelmediğine karar vermiş, geri dönmüşler. İçlerinden sadece dört tanesi varmış ki, getirdikleri hediyeleri kimseye göstermiyorlar, ilk günkü kararlılıklarını devam ettiriyorlarmış. Taliplerin durumu böyleymiş.

Bu arada sarayda da heyecan dolu bekleyiş sürüyormuş. Şah bir taraftan gelecek armağanları hayal ederek keyifleniyor, bir taraftan da kızlarından ayrı kalacağı için canı sıkılıyormuş, çünkü kızlarına pek düşkün bir baba imiş. Bir gün hareme yeni gelmiş, enfes güzellikte, kızoğlankız bir cariye görünce, "Vallahi", demiş kendi kendine: "Karımdan oğlum olmadıysa başka kadınlardan da olmayacak demek değil ki. Belki de bu kadın bana bir oğul verebilir. Vermeyecekse bile denemekten bir zarar gelmez" Şah böyle demiş demesine ama sonra biraz daha düşününce vazgeçmiş. Gerektiğinde vezirleri, yabancı elçileri karşısında tir tir titretebilirmiş titretmesine ama hanım sultan da hem gururlu hem de eli maşalı bir hatun kişi imiş. Ayrıca kendisi günden güne güçten düşerken kızları yaşında bir eş almanın kendisini hem alay konusu yapacağını, hem de - Allah esirgesin- mahçup duruma düşüreceğini kestirebiliyormuş. Üstelik sarayın baş falcısı da yıllar önce, yıldızların konumuna ve ceviz falına bakarak maalesef hiç bir zaman erkek çocuğu olmayacağını açıklamamış mıymış? Yine yağmurlu bir gün, kızlarına daha çok küçük olduklarını, belki yarışmayı bir yıl ertelemenin uygun olacağını çıtlatmış. Ama kızlar öyle bir surat asmışlar, hal ve hareketleri ile evlilik çağlarının çoktan geldiğini açıkça göstermişler ki, şah çabucak pes etmek zorunda kalmış. Yarışma günü yaklaştıkça, kızlarla birlikte o da yarışmadan başka şey düşünemez olmuş. Ülke işlerini vezirlerine devredip, tebdil-i kıyafet şehre inerek talipleri -ve hediyeleri- bir an önce görmemek için kendisini zor tutuyormuş. Şahın durumu böyleymiş.

Sonunda beklenen gün gelmiş çatmış. Kadını erkeği, genci yaşlısı tüm kent halkı merakla yarışmanın yapılacağı meydana doluşmuş. Bir taraftan hangi kızı kimin alacağına dair bahisler dönüyormuş. Hokkabazlar hünerlerini sergiliyor, satıcılar şerbet, poğaca ve taklit mücevherler satıyor, sokak çalgıcıları aşk şarkıları söylüyorlarmış. Dilenciler ve yankesiciler de zenaatlerini icra etmekten geri durmuyorlarmış. Diğer taraftan herkes taliplerin hediyelerini sergileyecekleri platforma yaklaşmaya çalışıyor, bir şenliktir, curcunadır gidiyormuş. Sonra şah, başveziri, hanım sultan ve en göz alıcı kıyafetleri içinde prensesler platforma çıkmışlar. Gökteki ay kadar güzel prensesleri görünce, servetlerini çoktan yiyip tüketmiş kimi eski talibin yüreği cız etmiş. Tellallar yarışmanın başladığını, adayların meydana çıkıp hediyelerini sunmasını buyurmuşlar. Sesler kesilmiş, talipler sıraya girip birer birer meydana çıkmaya başlamışlar.

Kimi talibin son anda cesareti kırılmış. Güvercin kafası büyüklüğünde elmas taşlı bir kolye sunan bir talibi bile şah "hepsi bu kadar mı" diyerek elinin tersiyle reddedince kalanların çoğu sıradan çıkmış. En sonunda sıra hediyelerini kimseye göstermeyen dört talibe gelmiş.

Birinci talip batı illerinden gelen bir alimmiş. "Sana hediyem" demiş alim, "Ey soylu şah, bu şişede duran iksirdir. Haritalarda görülmeyen bir dağın doruğunda yetmiş yılda bir çiçek açan bir ağaç vardır. Bu çiçeğin tozunu sadece kendimin bildiği bir formülle bal özü, cıva ve altın tozu ile karıştırdım, bu iksiri elde ettim. Faydalarını anlatmakla bitiremem. Bir ceviz ağacına bir damla dökersen, yedi yıl boyunca yedi misli meyve verir. Bir ata bir damla verirsen, yedi haftada alacağı mesafeyi bir günde alır. Bir damlasını içersen ölüm döşeğinde olsan sapasağlam ayağa kalkar, yedi hafta boyunca her gün yedi kadını mutlu edersin. Fazlasını anlatmaya gerek yok." Alim böyle söyleyince "Vallahi" diye cevap vermiş şah, "Mucizeler yaratan Allah'a şükürler olsun! Şüphesiz bu iksir şanıma layık bir hediye!" Böyle söyledikten sonra, şah oracıkta ülkenin üçte ikisi ile en büyük kızını alime vermiş. Alim ile en büyük kızın durumu böyleymiş.

İkinci talip kuzey illerinden gelen bir prensmiş. "Sana hediyem" demiş prens, "Ey soylu şah, bu sandıktır. Haritalarda görülmeyen bir gölün dibinde bir kapı vardır. Kapının ardında cinler hükümdarının sarayı vardır. Kapı yetmiş yılda bir, sadece bende olan bir anahtar ile açılır. İşte bu sandığı cinler hükümdarının sarayından kaçırdım. Bu sandık sayesinde elde edeceğin zenginlikleri anlatmakla bitiremem. İstersen içinden istediğiniz kadar altın alabilirsin, sandık hep ağzına kadar dolu kalır. Veya istersen içinden istediğin kadar cin gümüşü alabilirsin, sandık yine hep ağzına kadar dolu kalır. Cin gümüşünden yapılma bir kılıcı taşıyan bir kimsenin önünde hiç bir ordu duramaz, en zorlu savaşta bile yara almaz. Fazlasını anlatmaya gerek yok" Prens böyle söyleyince "Vallahi" diye cevap vermiş şah, "Mucizeler yaratan Allah'a şükürler olsun! Şüphesiz bu sandık şanıma layık bir hediye!" Böyle söyledikten sonra şah, oracıkta ülkenin kalan üçte biri ile ortanca kızını prense vermiş. Prens ile ortanca kızın durumu böyleymiş.

Üçünü talip doğu illerinden gelen bir sanatkarmış. "Sana hediyem" demiş sanatkar, "Ey soylu şah, bu resimdir. Haritalarda görülmeyen bir çölün ortasında yetmiş yılda bir bir vaha oluşur. Bu vahanın kıyısında sarı, kırmızı, mavi, yeşil ve bilinmedik renklerde bir kumul vardır. En ince toz tanesinden daha ince bu kumlar izleyenin gönlüne göre hareket eder, renk ve biçim değiştirirler. Bu kumları aldım, sadece kendimin bildiği bir formülle tuvale döktüm. Resmimin güzelliğini tasvire kelimeler kifayet etmez, kendin de görüyorsun. Fazlasını anlatmaya gerek yok" Sahiden de şah resme bakınca inanılmaz güzellikte bir şehir manzarası görmüş. "Keşke bir de deniz görseydim" diye içinden geçirince resim değişmiş ve masmavi bir deniz manzarasına dönüşmüş. "Güzel bir kadın olsaydı resimde" demiş içinden şah, der demez de resim peri kızları kadar güzel bir kadının resmi oluvermiş. "Vallahi" demiş şah, "Mucizeler yaratan Allah'a şükürler olsun! Şüphesiz bu resim şanıma layık bir hediye!" Böyle söyledikten sonra şah, oracıkta bir ırmak kıyısında bağı bahçesiyle birlikte güzel bir köşk ile en küçük ve en güzel kızını ressama vermiş. Ressam ile küçük kızın durumu böyleymiş.

Dördüncü talip güney illerinden gelen bir şairmiş. Kendisine sıra gelmeden tüm kızların evlendirilmiş olmasından dolayı biraz gücenmiş görünüyormuş. "Sana hediyem" demiş şair, "Ey soylu şah, bir kelimedir. Haritalarda görülmeyen bir denizin ötesinde bir şehir vardır. Bu şehrin insanları bilmediğimiz adetlere göre hareket eder, bilmediğimiz bir dil konuşurlar. Bu şehre hiçbir gemi ulaşamaz, ancak yetmiş yılda bir, rüyada gidilebilir. Vereceğim kelime, rüyamdan hatırımda kalan tek kelimedir. Faydalı mıdır hüküm veremem, ancak kelimeyi duyan ve anlayan bir kimse için her nesnenin, her davranışın ve her sözün anlamı değişir, dünya bambaşka bir yer olur" Şair böyle demiş ve kelimeyi hükümdarın kulağına fısıldamış. Hükümdar kelimeyi işitir işitmez: "Vallahi", demiş, "Haddini bilmez kahpe döllerine lanet olsun! Ne cüretle kalkmış, saçma sapan bir kelimeyle karşıma gelirsin! Tiz vurun kellesini!"

Bunun üzerine, başvezir "Ey soylu şah" demiş: "her ne kadar bu şairin yaptığı küstahlık ise de, naçizane fikrim, böyle mutlu bir günde ve tüm halkın gözü önünde idamın uygun olmayacağı yolundadır. İzin verirseniz, kendisini derhal sürgün etmemiz daha tercihi şayan olacaktır. Şüphesiz bağışlamak büyüklüktür" Başvezir böyle diyerek şahı, şairi idam etmek yerine sürgüne göndermeye ikna etmiş. Muhafızlar derhal şairi yaka paça şehrin dışına atmışlar. Şairin durumu böyleymiş.

Yedi gün yedi gece şölen verilmiş. Platforma yakın olup şairin söylediği kelimeyi duymuş olan bir iki kişinin tüm huzuru kaçmış, ama diğer herkes çok mutluymuş. Şahın da keyfi gayet yerindeymiş. Kelimenin anlamını tam kavrayamamış olduğundan mutluluğunu gölgeleyecek hiç bir şey yokmuş. Neşe içinde aldığı hediyeleri nasıl kullanacağını muhakeme ediyormuş.

Altın dolu sandığı şehirlerin imarı için mi kullanmalı, rasathaneler, aşevleri, mabedler mi yapmalı, yoksa önünde durulmaz kılıçlar imal edip fethe mi çıkmalı, bunu düşünüyormuş.

Resmi taht odasına mı koymalı, gelen elçilere dehşetengiz manzaralar gösterip gözlerini mi korkutmalı, yoksa bahçede bir çardak yaptırıp oraya mı koymalı, yalnız kaldığında güzel manzaralar seyretmeli, bunu düşünüyormuş.

İksiri gemiler dolusu fazla ürün elde etmek için mi kullanmalı, yoksa atlara içirip yakın ülkeleri mi fethe çıkmalı bunu düşünüyormuş. Sonra aklına haremdeki cariye geliyor ve hepsini kendine saklamaya karar veriyormuş. Şahın durumu böyleymiş.

Şölen bitmiş, yeni evliler evlerine gitmişler. En büyük kız ile alim ülkenin üçte ikisinde mektepler, medreseler kurmuş, uzun yıllar boyu ülkeyi beraber, barış ve mutluluk içinde yönetmişler. Halk sık sık vergilerin yüksekliğinden yakınsa da diğer ülkelere göre daha mutsuz sayılmazmış. Ortanca kız ve prens ülkenin kalan üçte birinde yollar açmış, kervansaraylar inşa etmişler, uzun yıllar boyu ülkeyi beraber, barış ve mutluluk içinde yönetmişler. Halk sık sık vergilerin yüksekliğinden yakınırmış ama sonuçta onlar da diğer ülkelere göre daha mutsuz sayılmazmış. Küçük kız ile sanatkar, köşklerine yerleşmişler, armut ve üzüm yetiştirmişler, geceler boyu sevişmişler. Yedi kız, yedi oğlan çocuk yapmışlar. Kızların durumu böyleymiş.

Şaha gelince, onun da durumu şöyleymiş. Düşünmüş, taşınmış, sandıktan cin gümüşü alıp yenilmez kılıçlar imal ederek fethe çıkmaya karar vermiş. Karar vermiş vermesine ya, başvezir fetihten sonra ellerinde yenilmez kılıçlar olan askerlerin sadakatine güvenmenin zor olabileceğini fısıldayınca hemen fikrinden vazgeçmiş. Onun yerine küfeler dolusu altın imal etmiş, uzak ülkelerden mercekler, mermer, demir ve kereste getirtmiş, rasathane, aşevi ve mabedler yapmaya koyulmuş. Ancak bir süre sonra her şeyin fiyatının arttığını görmüş. Tüccarlar aynı mal için her seferinde daha çok altın istiyormuş. Çarşıda da bir dilim tarçınlı kek bile iki sikke altın eder olmuş. Sandık gece gündüz altın üretiyor, yine de masrafları karşılamaya yetmiyormuş.

Şah düşünmüş taşınmış, dertlerini unutmak için iksiri kullanmaya, haremdeki kızoğlankız cariyeyle yakınlaşmaya karar vermiş. Ancak iksiri koyduğu yerde bulamamış. Hanım sultan çoktan iksiri aldığı gibi gizli bir yere saklamış, nuh diyor peygamber demiyormuş. Şah her ne kadar, ürünleri artırmak istediğini, veya uzak bir ülkeye çok acil bir elçi göndermesi gerektiğini söylese de, iksirden bir damla bile vermiyormuş.

Şah en sonunda şehrin idaresini baş vezirine bırakmış. Bahçesine bir çardak yaptırmış, sabahtan kalkıp çardağa gidiyor, şerbetini yudumluyor, akşama kadar müzik eşliğinde tablosunu seyrediyormuş. Giderek yaşlanmış. Tablosunu hep uzaktaki torunlarını ya da doğu denizleri üzerinde gün doğumunu seyretmek için kullanır olmuş. Hala arada bir şair aklına gelir, "Küstah! Hain! Kellesini vurmalıydım onun!" dermiş.

Şaire gelince, ülkeden sürgün edildikten sonra memleketine dönmemiş. Batı illerinde, sonra da kuzey illerinde gezmiş durmuş. Kadınlardan da, şahlardan da uzak durmuş. Hiç bir yerde uzun süre kalmamış. Ne zaman bir arkadaş edinse ve öğrendiği kelimeyi söylese, arkadaşının huzuru kaçar, ondan uzak durmaya başlarmış. Bir ara bir mektepte edebiyat hocalığına başlamış. Ama artık şiir yazmıyor, talebelerine sadece gördüğü rüyadaki kenti anlatıyormuş. Kısa süre sonra oradan da kovulmuş.

Şairin daha sonra neler yaptığını kimse bilmemiş. Derler ki, sürgün edildikten yedi yıl sonra fakirlik içinde hakkın rahmetine kavuşmuş. Derler ki, uzak bir ormanın kıyısında olan mezarında, her yıl en güzel çiçekler açarmış. Derler ki, o gün bu gündür, yetmiş yılda bir, uzak diyarlarda gençlerin rüyalarına girer, öğrendiği kelimeyi fısıldarmış. Yine derler ki, uzun yıllar sonra, tüm dünyayı alevler sarıp, İsrafil surunu üflemeden önce, tüm ademoğullarının ve havvakızlarının o kelimeyi öğreneceği bir zaman gelecekmiş. O zaman dünya bambaşka bir yer olacakmış.

Şüphesiz her nimetin kaynağı Allah'tır. Tüm övgüler onun üstüne olsun.

-o-

Ana Sayfa

~